Yalnızlık !

YALNIZLIK !

Çözeltisinde zihin ırmaklarımın umman bir coşkuda kaybolmuşluğuma nazire eden kanatsız meleklerim ve akıl melikelerim…

Rahvan kıyılarda, solgun selvilerde, gölgeli beyanatlarında âdemoğlunun ve Havva kızının.

Rütbesi sökülmüş düşlerimi ifşa eden sessiz çığlıklarımdan da sorumluyum hanidir ve atmadığım naralardan, öldürmediğim insanlığımdan ve gıybet kuşlarına paye vermezken hangi aklı evvel cümle ses olur da tümler yaraların döşünü, seslerin soluksuzluğunu ve aşkın rahmetini?

Peyda olan muhafız alayı söylenceler. Kırağı çalan kimsesizlik iken kim toz kondurur yalnızlığına? Ya da sükûtu delen hangi devrimdir de devran bıkar ve susar ve an gelir isyan eder: Ben miyim tek başı dönen, bu mudur ikbali evrenin, bu mudur yakışan insan nefsine?

Sözsüz kelamlardır yürekten taşan o boyutsuzluk: Hani görürsünüz kirli bir yüzde çağlayan yorgunluğu ve tüm kiri pası götürür o patavatsız gözyaşları ve ne sabundur kiri yok eden ne de son kullanım tarihi geçmiş arapsabunu.

Nifak sokandır aslında vicdanı kirleten hele ki yaşama sevincini çalmaya muktedir addedilen mi sızar onca fevri yalan dolan ve aşka çalım atar nefret, sevgiyi örseler ve sadece susar gökubbe zira bekleyeni vardır ve de tek muhatabı o kirli vicdanlardan akan çamuru tensiye eden ve gömülü rahmeti gün yüzüne çıkaran…

Çarpık sözlerin dalyalarına sığdırdığım görkemli gök kubbe.

Sığıntı mahlaslarda yalıtılmışlığı belki de gerçek ve öznel sanrıları yüklenip de belirsizliğin teğet geçtiği…

Göreceli kehanetler: Öyle ya, fıtratında hezeyan ve tetikleyici imlerle dolduruldu mu kes önünü kesebilirsen.

Sızıntı taslaklarda sayısız keramet olsa da çatık kaşlı bir cürüm heybeden tokalaştığım yalnızlık cüce kelamına pek de nifak sokmanın ötesinde işe yaramamakta.

Soğuduğum ya da soğutulduğum belli ki ölü imgelerde rehavet yüklü o sıra dışı meziyetler mi de sağanağın fukara diliminde bir rahmet okumadan duramıyorum her gidenin ardından…

Bir…

İki…

Minvalinde sonsuzluğun belli ki dur durak yok.

Sandığım, sandırıldığım ve içine saklandığım.

Sanrılar olmazsa olmazım ve beyhude iç çekişlerle tekerine yüklendiğim kader iken deposunda hazin bulutlarına yer kalmazken bir gece vakti.

Sindiğim ama sindiremediğim.

Sindirildiğim ama sıkılmalara peşkeş çeken aklın ırmaklarında ellerimle boğduğum kelimeler.

Tık tık tık… Biliyorum sahibini tokmağını hayatın.

Tıp tıp tıp… Damıtılan gerçeklerin göreceli istihbaratı yine batarya yüklü sağanaklarda ıslanmaktan kendimi alamazken…

Tik tak tik tak… Ne kadar vaktim kaldı yaşamın durağanlığında keşkülü kadar tatlı bulduğum hayatın ara sayfalarında yine boğulmaya dair bir yaşanmamışlığı es geçerken Tanrı. Hidayet bellediğim ama varamadığım; gölgeli beyanatlarına esir düştüğüm o boş sayfa kadar berrak olmasını dilediğim ama her nasılsa aklın kancalarına taktığım ölülerden alırken intikamımı ve anlamadığım yine de gözyaşı akıttığım ve rahminde edebiyatın üstüm başım kelimelere bulanmışken…

Ektiklerimi söküp yenilerini çapalıyorum ki sonsuzluğun makamsız minvalinde hani olur da büyütürüm doğmamış bir başağı.

Satır aralarında saklı hayatlardan ibaret iken edebiyatın tuttuğum yas’ı ve bilumum paragraflarda oynatırken pullarını kalemin, şatafatlı bir ölüm düşlüyorum yalnızlığın rehavetinde, gönülsüzlüğün çeperinde ve hayat boykot ederken dost imgeleri tetikleyici eklentilerine toz konduramazken mazinin yükümlü tutulduğum ölümlerden de şikâyetçiyim.

 Damıttığım o a-kare yalnızlık uçuşa geçen her geçkin günden kesip de umudu yarınlara bel bağlarken. Sözüm ona ereceğim keramete belki de beyhude bir coşkuyu misafir edip atıl tarlama süreceğim inadına nadasa bıraktığım o boş sayfayı. Kala kala bir gün müydü de bunca sefilliği yoksun kıldı hayat bana yoksa sürgün edildiğim bir ömür de mi tarhına söz geçiremezken ben işkillendiğim her cümlede yeni bir hatim indirmekle meşgulüm: Allah’ım duy beni, demekten gayri istiflediklerimle karıştırıyorum kazanı ne de olsa mübarek Muharrem ayında bir ganimet bulmuşçasına her namaz öncesi ses olan sessizliğimin metruk gölgesine atıfta bulunurken insanoğlu.

Transit gemilerin küpeştesinde o rahvan bilmece yine adsızlığına teğet geçip de ikbalimin yüz görümü bir neşeyi bile yok sayan imtiyaz sahipleri bir kalemde harcıyorlar iyi niyet odaklı kuşatılmış sevginin sonsuz çağrısında seslendiğim gönül dostlarımın da aklını çelip rast gelmekten imtina ettiğim kötülük ve hezeyan yüklü tüm gömüdünü de görmezden gelme ihtimalinin olmadığı.

Sonlara kurulu alarmın sinir bozucu sessizliğine atıfta bulunup vuruyorum elimdeki tokmakla ki hangi davul ise müridi şu bertaraf edemediğim doğurgan şüphelerin?

Elim elinde, demek olsa keşke tek derdim ki boşluğun deviniminde verdiğim her beyan sadece kendi kendimi sallandırdığım kalemden bozma darağacının hüzünlü sancağı ölmezden önce dikme gayreti ile cellâdımı bile tanımaktan alıkoyulduğum ya da umursamadığım hele ki vereceğim hesapların tüm dökümü iki omzumda kayıtlı iken.

Yayınlama: 05.03.2017
Düzenleme: 09.03.2017 16:23
1.490
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.