Osmanlı’da Ehl-i Beyt’e Hürmetin SEmbolü; “Nakibü’l Eşraflık”

1973 yılında Geyve ilçesinde doğan Murat Duman, Kazımpaşa İlkokulu ve Temel Eğitim Ortaokulu’nun ardından Sakarya Fatih Teknik Lisesi’nden mezun oldu.Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Orta Asya ve Balkan ülkeleri ile Kudüs’te çeşitli araştırmalarda bulundu.Halen İstanbul’da bir eğitim müessesesinde tarih derslerine giren yazar, bir yandan da tarih ve kültür kitapları telif ediyor, ayrıca Sızıntı ve Yansıma dergilerinde yazıları yayınlanıyor.Şimdiye kadar yayımlanmış kitapları şunlardır: - Cumhuriyetimizin Önsözü Çanakkale - Çanakkale Gelibolu Yarımadası Gezi Rehberi - Üniversite Yolunda Başarı Öyküleri - İki Çağın Hükümdarı Fatih Sultan Mehmed - Osmanlı Kuruluş Devrinin Mimarları - Aşk Hasret ve İbadet Diyarı Hicaz - Bir Fikir ve Aksiyon İnsanı Bediüzzaman Said Nursi - Bosna Gezi Rehberi - Hakanın Hatırası - Bilinmeyenleriyle Sultan 2.Abdulhamit
    OSMANLIDA EHL-İ BEYT’E HÜRMETİN SEMBOLÜ: “NÂKİBÜ’L EŞRÂFLIK”
    murat-duman-tanıtımOsmanlı’da Ehl-i Beyt’e Hürmetin SEmbolü; “Nakibü’l Eşraflık”
    Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek soyundan gelenlere “Ehl-i Beyt” denilmektedir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızı Hazreti Fatıma annemiz ve damadı Hazreti Ali’den (r.a.) dünyaya gelen iki torunundan Hazreti Hasan’ın (r.a.) soyundan gelenler “şerif”, Hazreti Hüseyin’in (r.a.) soyundan gelenler “seyyid” adıyla anılıyordu. Osmanlı Devleti’nde hem idareciler hem toplum nezdinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) soyundan gelenlere çok ehemmiyet verilir ve Ehl-i Beyt’e karşı daima hassasiyet gösterilirdi. Bundan dolayı farklı İslâm beldelerinden seyyidler ve şerifler zaman içinde Osmanlı topraklarına yerleşmiş ve Devlet-i Âliye Ehl-i Beyt’e saygı göstermeyi Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevmenin gereği olarak görmüştür. Osmanlılar Devri’nde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek emaneti olan ve hem ayetlerde hem de hadislerde taltif edilen Ehl-i Beyti koruma ve kollama adına özel kanunlar çıkarılmış ve teşkilâtlar kurulmuştu. Bunların başında da ilmiye sınıfı içinde yer alan ve teşrifatta yüksek bir mevkiye sahip olan “Nakîbü’l Eşrâflık” müessesesi veya diğer bir adla “Nikabet teşkilâtı” geliyordu. Osmanlının gözünün nurları Ehl-i Beyt ailesini temsil eden bu kurum, önceki İslâm devletlerinin aksine Osmanlı’da daha değerle baş tacı edildi. Öyle ki, padişahlar Nakîbü’l Eşrâfların önünde ayağa kalkıyorlardı.
    Resûlüllah Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ve pak neslinden gelen kişilerin manevi reisleri olan “Nakîbü’l Eşrâflar” Osmanlı payitahtı İstanbul’da ikamet ediyorlardı. Nakîbü’l Eşrâf, sadat-ı kiramın (seyyid ve şeriflerin) şecerelerini, doğum ve ölüm tarihlerini deftere kaydeder, ihtiyaçlarının giderilmesi hizmetiyle meşgul olur, haklarının korunmasını sağlar, şanlarına uygun olmayan işlere girmelerine engel olur, ganimetlerden kendilerine düşenleri paylaştırır ve sülâleden olan kadınların uygunsuz evlilikler yapmalarını denetlerdi. Üstlendikleri bu önemli vazifelerle Nakîbü’l Eşrâflar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) umumi bir vasisi durumundaydı. Vazifelerinin esas gayesi Peygamberimizin soyunun devamını sağlamaktı.
    Osmanlı’da en üst düzey devlet memurları arasında yer alan ve doğrudan padişaha bağlı olan Nakîbü’l Eşrâflar, imtiyazlı bir zümre olarak, tıpkı askerler gibi vergilerden muaftı ve kendilerine ağır cezalar verilmezdi. Nakîbü’l Eşrâflara özel konak tahsis edilir ve burayı resmi daireleri olarak kendilerine bağlı çalışan kişilerle birlikte kullanırlardı. Alemdar denilen bir zat Nakîbü’l Eşrâfların maiyetinde yer alan en önemli memurdu. Taşrada yaşayan seyyidler arasından seçilen Nakîbü’l Eşrâf kaymakamları seyyid ve şeriflerin isimlerinin yazıldığı sadat (siyadet) defterini tutardı. Bu defterlerde kişilerin isimlerinin yanı sıra soyları, evlâtları ve adresleri kaydedilirdi. Nakîbü’l Eşrâfların ve onların maiyetinde bulunanların en önemli ve zor vazifeleri, sahte seyyid ve şerifleri tespit ederek hüccetlerini iptal etmekti. Seyyid ve şerif oldukları kesin olarak tespit edilenlere “siyadet hücceti” veya “temessük” adı verilen tanıtıcı bir belge verilirdi. Osmanlılar zamanından günümüze çok sayıda sadat defteri ulaştı.
    Osmanlı’da nasıl teşekkül etti?
    Nakîbü’l Eşrâflık, Abbasiler zamanından itibaren halifelikten sonra gelen önemli bir makam olmuştur. Bilhassa Sünni hanedanların idaresindeki devletlerde seyyid ve şeriflere çok büyük değer verilmiş; bu mübarek soydan gelenlere ve kurdukları teşkilâtlara bazı imtiyazlar tanınmıştır. Osmanlının kuruluş yıllarından itibaren sınırların genişlemesine bağlı olarak Ehl-i Beytten gelen sadatın nüfus içinde sayısı artmıştır. Her türlü vergiden muaf tutulan seyyidlere geçimlerini sağlamaları için arazi ve hayvan verilmiş, askerlikten muaf tutulmuşlardır. Diğer insanlardan farklı haklara sahip olmaları Osmanlının ilk yıllarında sahte seyyid ve şeriflerin türemesine sebep olmuştur. Bunların sayısı artınca Nikabet müessesesini kurmak zorunlu hale gelmiştir.
    Osmanlı Devleti’nde resmî olarak ilk defa Yıldırım Bâyezid’in padişahlığı zamanında (1400) Seyyid Ali Natta Nakîbü’l Eşrâf olarak tayin edilmiştir. Bu vazifeyle kendisine Bursa’daki İshakiye zaviyesinin idareciliği verilmiştir. Fahri nakib olan Seyyid Ali Natta, geçimini asıl mesleği olan yorgancılıkla sağlamıştır. Ancak Ankara Savaşı (1402) sonrasında bir boşluk yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmed zamanında, seyyid ve şerifler yine baş tacı edilmekle birlikte, dini müesseselerin idaresi hakkında yapılan önemli değişiklikler sırasında bu makam lağvedilmiştir. Fatih’ten sonra tahta çıkan Sultan II. Bâyezid Devri’nde (1494) tekrar tahsis edilen Nakîbü’l Eşrâflık makamına aynı zamanda bu unvanı da ilk defa kullanan Seyyid Mahmud maaşlı olarak tayin edilmiştir. Böylece bu makam kurumsallaşmış ve Devlet-i Âliye tarih sahnesinden çekilinceye kadar kesintisiz devam etmiştir.
    Kimler Nakîbü’l Eşrâf tayin edilirdi?
    Hiç şüphesiz Nakîbü’l Eşrâflık makamına tayin edilebilmenin ilk şartı temsil ettikleri insanlar gibi seyyid olmaktı. İlk zamanlar tayin edildiklerinde seçilmeleri için yüksek ulema sınıfına mensup olmaları gerekmiyordu. Ama daha sonra bu kişilerin ilim ehli insanlardan olmalarına ve fıkıh bilgisine sahip bulunmalarına dikkat edildi. 17. yüzyıldan itibaren bilhassa İstanbul kadı ve kazaskerleri içinden emekliye ayrılan seyyid ya da şerif bir zat varsa bu görev ona verilirdi. Göreve gelenler için önceden belirlenen bir süre olmadığından bazı sebeplerle değişmezlerse uzun yıllar bu makamda çalışırlardı.
    Nakîbü’l Eşrâflık vazifesine tayin edilen kişi, Paşa Kapısı’na yani Bâb-ı Âli’ye davet edilir, burada sadrazam tarafından ayakta karşılanır, kahve ve gülsuyu ikramlarının ardından kürkü giydirilerek memuriyeti ilân edilmiş olurdu. Nakîbü’l Eşrâfların resmî kıyafetleri kazaskerlerle aynıydı. Tek fark, sarıklarına yeşil renkli tülbentler asmalarıydı.
    Sultan II. Abdülhamid zamanında Nakîbü’l Eşrâflar için Yıldız’da padişahın ikamet ettiği saraya yakın bir konak tahsis edilmiş ve aylık ücretleri yükseltilmiştir. II. Meşrutiyet sonrasında İttihatçılar tarafından II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi (1909) sonrasında pek çok köklü Osmanlı müessesesi gibi Nakîbü’l Eşrâflık da fonksiyonunu yitirmiş ve saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) ile resmen son bulmuştur.
    Osmanlı protokolündeki yeri neydi?
    Osmanlılar zamanında Nakîbü’l Eşrâflar protokolde zamanla önemli bir yer edindiler. Merasimlerde devlet ricalinin önünde oturan Nakîbü’l Eşrâf, hükümetle olan yazışmalarını doğrudan doğruya sadrazamla yaparlardı. Osmanlılarda Eyüp Sultan’daki kılıç kuşanma ve Topkapı Sarayı’nda gerçekleşen biat merasimlerine çok ehemmiyet verilirdi. Bu merasimlerin ihtişamı devletin siyasî ve askerî gücü ile orantılı gerçekleşirdi. Sarayda Babüssaade önünde yapılan biat merasiminde yeni padişah bayram merasimlerindeki gibi hazırlanan tahta oturur; şeyhülislâm, sadrazam, yeniçeri ağası, kaptan paşa, kazasker, kadılar, müderrisler, Kırım hanzadesi ve saray ağaları divanî denilen tören elbiseleriyle hazır bulunurlardı. Fakat ilk önce Nakîbü’l Eşrâf huzura gelip biat ederdi.
    Topkapı Sarayı’ndaki cülus merasiminden sonra, bir hafta içerisinde, sabah namazının ardından Eyüp Sultan’a gidilerek Eba Eyyub el-Ensari Hazretleri’nin türbesinde padişaha Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmed veya Yavuz Sultan Selim’in kılıçlarından biri, şeyhülislâm veya bazen de Nakîbü’l Eşrâf tarafından kuşatılırdı. III. Ahmed, I. Mahmud, III. Mustafa, I. Abdülhamid ve II. Mahmud gibi bazı Osmanlı padişahlarının kılıçları bizzat Nakîbü’l Eşrâf tarafından kuşandırılmıştı. Eyüp Sultan Türbesi avlusundaki duayı da Nakîbü’l Eşrâf yapar ve ardından padişah tebrikleri kabul ederdi. Herkesin hazırda beklediği merasimde padişah seyyidliğine hürmeten Nakîbü’l Eşrâfı ayakta bekler ve ilk onun tebrikini alırdı.
    Nakîbü’l Eşrâflar bu tür asıl merasimlerin dışında Mevlit merasimlerine, Ramazan’ın 15’inde öğle namazının ardından yapılan Hırka-i Şerif ziyaretlerine, Babüssaade’deki bayram merasimlerine, valide sultan, şehzade ve padişah kızlarının cenaze merasimlerine diğer devlet erkânı ile birlikte iştirak ederlerdi. Padişahların çıktıkları seferlere de iştirak eder ve Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sancağı dibinde yürürlerdi.
    Sadattan insanlara gösterilen hürmet
    Osmanlı halkı şerif ve seyyidlere “emir” derdi. Emirler ulemanın taktığı sarığın üzerine yeşil sarık sararlardı. Yeşil, Ehl-i Beyt alameti sayıldığından sadat olmayanların bu şekilde giyinmeleri yasaktı. Osmanlılar bu yeşil sarığa “emir sarığı” diyorlardı. Bir seyyid ya da şerif ancak şeyhülislâm olduğunda bu sarığı çıkarıp yerine beyaz sarık sarabilirdi. Eğer sadattan bir kişinin aykırı bir hareketi fark edilirse cezasını Nakîbü’l Eşrâf kendi makamında uygulardı. Ceza uygulandığı sırada sadatın başındaki yeşil sarık daha sonra iade edilmek üzere öperek çıkartılırdı. Sadattan kadınlar da yeşil renkli bir alamet takarlardı. Sokaklarda kimse seyyid ve şeriflerin önünde yürümezdi. Bu insanlar ekseriyetle devletten aldıkları maaşla geçimlerini sağlarlardı; zira peygamber neslinin sadaka ve zekât alması yasaktı.
    Netice
    Osmanlılar zamanında hem padişahlar ve hem de toplum, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyulan sevgi ve muhabbetin bir tezahürü olarak, O’nun kutlu ve mübarek soyundan gelenlere karşı da daima aynı hisleri benimsemişlerdir. Seyyidler ve şerifler dünyevî meselelerde farklı bir konumda tutularak, onlara sosyal hayatta çeşitli kolaylıklar sağlanmış, hürmette kusur edilmemiştir. Sadat-ı kiram hem idarî erkân hem de halk tarafından Osmanlı devlet yapısı içinde geleneklerin de tesiriyle en saygın kesim kabul edilen askerî sınıfa mensupmuş gibi değerlendirilip itibar gösterilmiştir. Ecdadımızın Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ve mualla soyuna gösterdiği bu alâkanın günümüz insanı tarafından da aynı derinlikte temsil edilmesi çok önemlidir ve ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.
    Murat Duman

    Yayınlama: 16.10.2014
    Düzenleme: 18.10.2014 18:49
    2.112
    A+
    A-
    Bir Yorum Yazın

    Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

    Henüz yorum yapılmamış.