Akıncı Yolu’na revan oldu İrfan

İrfan Özdilek Nişancık kimdir? 20 Ocak 1963 yılında Adapazarı Serdivan'da doğan Nişancık, ilk ve ortaokulu Mithatpaşa Okulu'nda, liseyi Adapazarı Endüstri Meslek Lisesi'nde okudu.İrfan Özdilek Nişancık, İ.T.Ü. Sakarya Meslek Yüksek Okulu İnşaat Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 1984 yılında Adapazarı Belediyesi'nde memuriyete başladı.23 Ocak 2013 tarihinde Sakarya İl Özel İdaresi'nden emekli olan Nişancık, 1985 yılından beri Sakarya Yerel Tarihi üzerine araştırmalar yapıyor.

    Akıncı Yolu’na revan oldu İrfan

    935044_10151604462342148_1812349505_nİşte yine bir merhaba daha… Özlediniz değil mi? Özlediniz, özlediniz.
    Özlemedik derseniz, üzülürüm. Hatta üzülmekle kalmam. İnadına yeni yazıları yazarım…
    Yazdıkça da okumak istersiniz meraktan… Olsun ben özlediniz gözü ile bakıp üçüncü yazımı yazıyorum.
    Ben “akıncı” dediler mi ilk olarak Yahya Kemal’in “Akıncılar” şiirini hatırlayanlardanım.
    Hani şu şiir hatırladınız ya, işte o şiir “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik; / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!/Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle! / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…” hatırladınız değil mi? Aynı şiirden bahsediyoruz. Bir de Ankara’nın “Akıncı”sı var aklımda kalan. Ankara’nın Akıncısı eski adı ile bildiğimiz “Mürted” ya da daha eskilere Osmanlı belgelerine göre “Murtazaabad”. Sevan Nişanyan, Mürted’in Antik çağda Galat’ların Tektosages Boyu’nun yerleşim alanı ve yönetim merkezi ova olduğunu belirtir. Akside bir iddia da çıkmamıştır, zaten. Bu defa tarih 2008 yılı Haziran ayının 16’sı…
    Ben yine Geyve’deyim ve hatta “Şükre Köyü”nde idim. Şükre’yi bilirsiniz değil mi?
    Bildiğiniz “Akıncı Köyü”. Aslında, Akıncı köy olmadan önce bir bölgenin adı. Hangi bölgenin onu da yazalım. Sakar’ın akışı262440_10151604462182148_1339381484_n tersi yönünde Geyve, Pamukova’ya devlet karayolundan giderken Beşiktaş Deresi’ni geçip bir yüz metre sonra sağa dönüp tırmanışa geçtiğinizde karşınıza sırası ile çıkan Kaşıkçılar, Kadirler, Kuzkaya, Kırcalar, Hacılar, Dereköy ve de Hocalar Mahallelerinden oluşan bölgenin adı “Akıncı” olarak bilinir. En azından 1997 öncesi. Bölge hakkında gittiğim gün bildiklerimin içinde bir de “Beşiktaş Deresi” var, unutmadan bir de “çamur düğünü”. Beşiktaş Deresi’ni bırakın bir kenara, yok o anlamda değil onun önemi çevreciler ve yöre halkı adına sonsuz önemli. Bir kenaralığı “Çamur Düğünü”ne oranla olan durumu. Bende ilk merak uyandıran “çamur düğünü” oldu. Olmadı desem yalan olur. Beşiktaş Deresi, Sapanca’nın İkramiye Köyü’nün sınırlarından Geyve Boğazı’na sarkan görünüşleri ile Beyazağaçlık Tepesi, Karanfillik Tepesi, Emintarla Tepesi ve Kızılağaç Tepesi’nin yalçın ve de kıştan soğuğunu, karlarını depolamış kaynaklarının oluşturduğu küçük cılız dereciklerinden ilk hareketini alır. Bu hareketliliğinin sonunda adı, 877 metre yükseklikteki adı ile maruf “Sivri Tepe” ile solda Sarıkaya, Zeytin ve Yalabık Sırtları arasında akıp giderken “Şap Deresi” haline getirir. Bu isimle çok az bir mesafe yol alır ki, doğudan gelen ve 1076 metre rakımlı Kocatepe’nin eteklerinde Acıkirazpınar kaptajı ve Hamamçukuru Pınarı’ndan sızıntılar ile oluşan ve yalçın kayalıkları, yaylaları, yeşil platoları aşarak Sakar’ına kavuşacak kırmızı benekli alabalık edasını taşımaya başlar. Sonra şelaleler halinde akan “Eğlek” ve “Göcek” Deresi adı ile bir süre isimsiz olarak akan ve 320 metre rakımda birleşmeleri sonucu oluşan derenin adıdır, Beşiktaş. Beşiktaş Deresi ile ilgili bildiklerim gezim öncesinde bu kadardı. Sonra çok şey değişti desem yalan olmaz. Bir ara adamın biri geçti, yanımdan ne bakıyorsun derelere diye. Azarlar gibi konuştu ardından “Bu ne ki; yukarıda bir dere var “Meçli Deresi” bu dereler onun yanında dere değil, derecik… Çık gör bana he vallah haklı dersin” dedi.

    248007_10151604462382148_322706341_nGezimizi gününü söylemiştik. 16 Haziran 2008. Günlerden pazartesi. Pazartesi dedim de aklıma geldi.

    Şair Atilla İlhan “

    Bugün pazartesi /

    Senin galiba beş dersin olacak. /

    Yine salondaki aynada taradın saçlarını /

    İstemediğin bir şeyi yapmış olmanın öfkesi /

    Yine karartmış alnını /

    Fakat acele etmek lazım /

    Geç kalırsan tramvay kaçacak /

    Ve bir yasak levhası gibi asacak suratını /

    O suratsız müdire hanım /

    Bugün pazartesi /

    Dün pazardı /

    Belki evde kalıp balerin resimleri yaptın /

    Kulağında uzak bir piyano sesi /

    Belki neşeliydin /

    Belki düşüncen vardı… /

    Bana rastladın /

    Ben senin hayatına muhalif bir rüzgâr gibi girdim” diye sona eren şiirinde.

    Okul müdürünün kendisini kopya da yakaladığına ilişkin suçlamaları gölgesinde yazmıştır, şiirini. Güzel şiirdir, beğenirim.936636_10151604462362148_302883865_n Geyve Akıncı’ya geldiğim pazartesi de işte “dün pazardı, neşeliydim, kulağımda uzak bir piyano sesi. Ama Mozart’tan, belki Çavkovski’den belki de Beethoven’den bilmem kaçıncı konçertonun tınıları… Sonrasında nefis bir akşam yemeği” ile geçirilmiş bir pazarın ertesi günlerden biri işte. Şimdi burada Türk Sanatçı diyeceksiniz yok mu? Yok, yani pek dinlemedim ama Fazıl’ın “İpekyolu Piyano Konçertosu”na tercih ederim saydıklarımı. Öyle bir gün işte pazartesiler adına Mustafa Süreyya Sezgin’in “Günaydın Pazartesi” şiirinde ifadelenmiş türünden olmadan. “Getirdiğin tüm sorunlarla / Yine de sana günaydın pazartesi! / Zaman yol alırken hücrelerimde”. Uzaktık ama değil mi? Bir “pazartesinin halet-i ruhiyesi”ni yani “Ruhsal Durumu”nu anlatmaya çalışacağız diye. Eve en yakın yerden Geyve ya da Pamukova otobüslerine binmek üzere evden çıktım desem inanmanızı itemem çünkü o zaman altında Skoda Fabla Station var… Nefti renkte. Nefti “Zeytin Yeşili”nin daha kararmış hali. Güzel renktir, Allah için. Doktor bir arkadaşım vardı, adı Kemal. Doktor Kemal. Ben ona “Ötker” derim. Uzun zamandır, görmüyorum, özledim desem yemin bile ederim doğruluğuna. O söylemişti insanlar doğdukları güne göre renklerin karakterini taşırmış. Nefti rengin tarihini taşıyanların 22 Aralık doğumlu olduklarını. Yine onun dediğine göre o gün doğanlar “Zevklidir, görünüşüne çok önem verir. Hayatı ve kariyeri için çok düzenli çalışır. Ekonomiktir. Gereksiz risklere girmez. Liderlik, ruhunda vardır. Arkadaş edinmekte üstüne yoktur” özelliğinde insanlar. Benim içinde “Sen sarı rengin çocuğusun” demişti ardından da “sarının insanı abartısız, müşfik, cömert ve tatlı bir tiptir. İnsanlara güvenir, ilişkilerde önder olma ruhuna sahiptir. Asla altta olmayı sevmez. Başkaları için karar vermeye bayılır” demişti; bu arada 20 Ocak 1963 demem yeterli herhalde. Zaten yeşilin ve mavinin her tonu zevkimdir, beğenirim. Arazi aracı. Hanıma birkaç parça yiyecek hazırlamasını söylemem ile çantamı alıp çıkmam arasında beş dakika yok. Ver elini Akıncı, ver elini çamur düğünü, ver elini Beşiktaş Deresi. Bindim, vites boşa, kontak aç, araç çalıştır, vites, debriyaj-gaz, sola sinyal, Hızırtepe Kavşağı, Dörtyol, Tank Palet, Aşağı-Yukarı Kirazca, Karaçam, Doğançay derken bir yirmi dakika sonra Akıncı Köyü kavşağında aldım soluğu. Arabayı park edip, yaya yolu sarmam on dakika. Hadi bakalım vira Bismillah… Akıncı Yolu’a revan oldu İrfan. Sakar’ı ve Devlet Karayolu’nu sağıma alarak tırmanmaya başladım. Sağımda Kıran Sırtı var. Bu noktada bölgenin “Gergi Düzü” olarak anılan mevkisindeyim.

    935377_10151604462417148_726751026_nEvler var sağlı-sollu. Evlerin bahçelerinde tavuklar, horozlar geçişi var adeta. Sesleri de çabası. Önümden bir kedi geçiyor, sarı beyazlı arkasından da siyah-beyazlı ve yanında grili bir ikinci-üçüncü kedi. Uzaklardan çok uzaklardan köpek sesleri geliyor. Hani şu Orhan Veli’nin malum şiirinde bahsettiği “…Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları, Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü-sürü, çığlık-çığlık. Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları” mısraları gibi; şaire şairliğini hatırlatacak tarzdan köpek sesleri. Köpek sesleri… Evet, evet köpek sesleri. Günümüz şairlerinden Yavuz İrget’in şiirinde bir gramofon markasına atfı yapılan “Alafranga hayat hüzün yüklü/Gramofon /“sahibinin sesi köpek” markadan çıkan köpek sesi değil/ şarkının sesi/Yakamozla adı emek olan bir sandal / Sürüklenir adalara, aşı boyalı uzak yalıdan” misali köpek sesler. İleri de bir traktör, salmış geliyor, toz duman. Sarmış yolu. Sağımda kuşbakışı Geyve Boğazı, Beşiktaş Deresi Vadisi, ağaçlar… Ihlamurlar, meşe, akçaağaç, kızılağaç ne dersen de ne yazarsan yaz… O misal… Ağaçlar. Alabildiğince yemyeşil. Yeşilin her tonu mevcut. Aşağılardan su sesleri, şelalelerden gelen sesler. Yükseklerden akan suların sesleri. Aman Allahım, musikinin doyumsuzluğuna bakın. Yakınımda kuş sesleri, doğanın cazibeli çekiciliği ve bir onbeş dakikalık yürüyüş sonrasında gelinen Kadirler Mahallesi. Kadirler Mahallesi benim önemsediğim “Çamur Düğünü”nün anavatanı. Evet, “Çamur Düğünü”. Öyle-böyle bir şey değil. Sordum, dinledim ki; böyle bir geleneksellik yok. Bir kere yapılmış bir şey. Sordular nereden duydun diye. 2006 senesi mayıs ayının sonları olsa gerek bir tanıdık ağabey bu köye düğüne gittiğinde görmüş o anlatmıştı. Çamur Düğünü’nde insanlar yerel müzikleri ve klarnet, cümbüş ve davul eşliğinde karşılıklı ve birbirleri ile yaktıkları odun ateşinin etrafında naralar atarak çamurda kavga eder gibi görünüp yuvarlanıyorlar. Genci-ihtiyarı, ellerinde tahta kaşıklar ile hem oynuyorlar hem de çamurda birbirlerini alaşağı ediyorlar. Eşi ve benzeri dünyada hiçbir yerde yok. Dünya da tek inanın buna. Gerçi ben gittiğimde böyle bir düğün yoktu ancak şimdi var mıdır, yok mudur bilmem. Bakındım, böyle bir şey dünyada festival olarak Güney Kore’de var. Güney Kore’nin Boryeong şehrinde düzenlenen Çamur Festivali, her yıl temmuz ayının ikinci veya üçüncü haftasında başlar ve bir hafta boyunca devam ediyormuş. Şehrin çeşitli yerlerinden toplanan çamurlar “Daecheon Sahili”ne getirildikten sonra burada bir alan oluşturulur. Gerekli çamur toplandıktan sonra sahile kurulan sahne ve kolonların ardından festival alanı hazırlanmış olur. Tüm dünyanın bildiği ve yakından ilgilendiği Çamur Festivali’nin ünü köklü tarihine dayanmaz. Sanılanın aksine festival yakın geçmişte düzenlenmeye başlanmış ve kısa sürede çok sayıda insanın dikkatini çekmeyi başarmıştır.
    İlki 1998 yılında düzenlenen Çamur Festivali’nin amacı “Boryeong’un Meşhur Çamuru”nu tüm dünyaya tanıtmak ve bu935776_10151604462252148_2130213840_n çamuru içeren kozmetik ürünlerinin satışını artırmak. Demek, “Kadirler Çamuru”da böyle meşhur olmaya aday bir çamur. Olayın hâsılı bu. Tam bu nokta da “Akıncı Köyü”nün eski adından bahsetmek isterim. Köyün adı T.C.Dâhiliye Vekâleti tarafından basılmış 1928 basım yılı tarihli “Son Taksimat Mülkiyede Köylerimizin Adları isimli kaynakta “Şükre”, Ömer Lütfi BARKAN tarafından 1982 yılında kaleme alınan “1521 Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri” isimli kitapta da adı “Çökre” ve “Çükre kebir ve Sagir” olarak anılmaktadır. Diğer tanımlamasını vermeden önce iki tanımlamasından ilkini vermek istiyorum. “Şükre ya da Şükre”. Şükre, Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’ndeki anlamı ile “su tası” demek. Bir diğer tanımlaması da Kürtçe Sözlükte yer alan ifadesi ile “küçük baraj”. Bölge her iki tanımlamaya da uygun coğrafya yapısına sahip. Yani hem baraja yatkın hem de su taslığına. Bir de “Çöğre” var. O da fıstık familyasından bir çalı türü. Sakızağacıgillerden Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne özgü bir yaprak döken.
    Çöğre’nin bir diğer adı da “melengiç”. Antalya’nın Manavgat ve Akseki ilçelerine has bir adlandırması menengiçin, “sakızlak”ta denilmektedir. Antalya Anamurlu Şair Barış Erdoğan’ın “Harmanda Savrulan Buğdayım” isimli şiirinde “Çökre, yol gösteren ışık” anlamında kullanılmakta. Bakın nasıl geçiyor o şiirin mısraları arasında. “Hangimiz ışığına kördür / hüznün Çökre zamanlarında / beden güneş kesilir aşkla…” Kim bilir belki de Türkçenin süreksiz sert sessizlerinin yumuşaması kuralının son halidir “şükre”. Bak bu dediğim daha bir doğru gibi. “Çöğre” bir çalı türü, “şükre” su tası olduğuna göre “şükre”nin ilk halinin “Çökre” olduğuna daha yatkınım. Bu benim yatkınlığım tabii ki. Kuralda p,ç,t ve k harfleri yumuşayınca b, c,d,k oluyor; öyle değil mi? Yani “çöğre” “Çökre” haline dönüşebiliyor. “Çökre” de Anamur Yöresi’nin yerel tadlarından “Un Helvası”nın yapımında kullanılan fıstık yağının beklemiş halinde dibe çöken kısmının adıdır. Ömer Lütfi BARKAN tarafından 1982 yılında kaleme alınan “1521 Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri” isimli kitabın 496.sayfasında adı “Çökre” ve “Çükre kebir ve sagir” olarak anılır demiştik ya onu da açalım isterseniz. Köyden bu kaynakta Dr. Vedat Turgut tarafından yapılan “XVI. Yüzyılda Tahrir Defterlerine Göre Hüdavendigar ve Sultanönü Sancaklarında Abdalan-ı Rum” başlıklı incelemede şöyle bahsedilir. “Gökbaşlı Abdal Zaviyesi; Akhisar’ın Çökre-i Sagir köyü iki hisse olup, evvelde Gökbaşlı Abdal’ın vefatından sonra Dedebali ve evladından Mevlana Kasım tarafından tasarruf edilen karye, Sakarya Köprüsü’ne hizmet için avarızdan muaf ve müsellem tutulmuştur. Son olarak İbrahim Çelebi tarafından tasarruf edilen karyenin hâsılı 1070 akçadan 1300 akçaya, nüfusu ise 11 hane ve 5 mücerredden müteşekkil 16 neferden, 13 hane ve 21 mücerredden oluşan 34 nefere yükselmiştir.” Buradan şunu anlıyoruz; bugünkü Akıncı Köyü, Osmanlı’nın “Köprücü Köyleri”nden biri. Mücerred, Osmanlı’da 20 yaşına gelmiş ve hala baba evinde yaşayan bekâr çiftçilerden alınan vergi olarak bilinmektedir.

    936167_10151604462397148_913734874_nEvet; konuyu dağıttığımı saymıyorum ama bahsetmek istediğim, Akıncının Devr-i Osmanlı’da köprü inşa edenlerin yaşadığı ya da ikametine açılan köy olduğu. Belgede kastedilen “Sakarya Köprüsü”, Geyve Boğazı’nın girişinde bulunan Demiryolu Köprüsü olup o dönemdeki adı “Balabanlı Köprüsü”dür. Balabanlı Köprüsü ile ilgili olarak Sultan II. Abdülhamit Han ile ilgili bir başka konuyu bu köprü ile ilgili hazırlamakta olduğum bir yazıda ayrıca bahsedeceğim. “Kadirler Mahallesi” ile ilgili yazdıklarım şimdilik bu kadar olacak… Tırmanmaya devam bu arada susadım ve çantamı açtım, bir şişe su çıkarttım. Halis muhlis Göl Suyu. Sapanca’nın suyundan, arıtılmış en hasından. Hem de 32 Evlerde bulunan arıtmadan, arıtması Culligan. Culligan su arıtma sistemleri üzerine dehşet bir AR-GE’ ye sahip Amerikan firması. 1930’lu yılların başında Amerika’da kurulmuş. Bizim 32 Evlerde ki arıtma onun eseri. Sarı-sarı tanklarda yapılan su arıtılması şehre gitmekte. Güvenilir sitem, şişelenmiş ambalajlı sulara taş çıkartır, derece de kaliteli kılıyor suyu. Bir solukta bir 0,5 lik hop gümbüldek mideye… Utanmasam ikinciyi içeceğim.
    Kalktım yola devam… Ter hak getire güneş tepemde saat olmuş, öğlenin 13’leri. Bir yılan geçiyor önümden, küçük canım kırk santim var-yok. Cinsini bilirim de bilmem. Bilirim, evimiz Çark kenarında suyundan karasına hemen-hemen bütün yılanları tanırım ama oluyor bir on sene kendimi yılan konusunda yenilememişim. Eğer yanılmıyorsam “çukur yılanı”. Daha yavru, başının hemen alt kısmında bir çukur bulunur, bu tür yılanlarda, yurdun hemen her yerinde vardır da. Nerede ise “ulusal yılan” türüdür. Yılanlar hakkında pek ukalalık etmek istemem. Herkes işini yapmalı fikrinde olanlardanım. Zaten o da anladı benim ona ukalalık yapmayacağımı aldı başını gitti, aşağılara bir yere doğru. Yürüdüğüm yerde önceden oluşmuş bir heyelan var, onun altına girdi, sanki beni fark etmedi, gibi. Zaten onların hedefleri kertenkeleler ve böcekler. Sonra bir tosbağa gördüm, bakın kaplumbağa değil. Kaplumbağa ilke tosbağa farklı canlılar. Aslında tür olarak aynı türden ama benzemezler, sanki birbirlerine. Solda Kuzkaya Mahallesi’nin evlerini ve okulunu geçtim gittim. Okulda öğrenci yok, taşımalıya takılanlardan olsa gerek. Kuzkaya’dan yukarılara çok yukarılara baktığımda gördüğüm iki tepe vardı, bakındım kaynaklarda adları geçiyor.
    Gidiş yönünde solumun hemen solunda kalanı 687 metre rakımlı “Kavacık Tepe” onun ilerisinde kalanda “Akkaya Tepesi”.936740_10151604462287148_102273808_n Kavacık Tepe’de olmayan yalçın kayalar “Akkaya Tepesi”nde bir haylice fazla. Onların mükemmelliğini “Geyve’nin Kayaları” başlıklı yazıma saklıyorum. Kuzkaya’nın bir üçyüz metre sonrasında “Kırcalar Mahallesi” kurulu. İlk virajı bir sırt, adını Kırcalardan çıkarken denk geldi birine sordum, “Karaçamlık Sırtı” dedi. Salladı gibi geliyor ama doğru da olabilir. Ama ben oranın bu ismini hiç beğenmedim ve oraya yeni bir isim verdim: “İrfanyuvarlandı Sırtı”. Doğrusu da bu zaten, yuvarlandım kardeşim, yuvarlandım hem de yukarı doğru çıktığım yolun elli metresini geriden tekrar yürümek zorunda kaldığım yere kadar yuvarlandım. Ne demek bu isim olmaz, neden olmazmış. Olu, bal gibi olur işte. Ayıyuvarlandı, Öküzöldü, Hasanboğuldu, Tavşankaçtı oluyor da neden “İrfanyuvarlandı” olmuyor. Ben, bir şey biliyorum ki, ısrar ediyorum. Aha da elimdeki notlara buranın adını böyle de yazdım. İster kabul edin, ister etmeyin. Bu kadar yer gezenin adı gezdiği bir yerde isim olamazdı. Tamam, tamam kızmayın; kabul ettim, “İrfantökezlendi” olsun. Kabul…
    Oranın da adının “İsim Babalığı”nı da yaptıktan sonra Can Yücel’in “Amerikan Türküsü” isimli “kılementayn”a atfettiği şiirinin “…takunyası mor tahtadan/tökezlendi düştü nehre/çöktü köprü ta ortadan “ satırları geldi. Güldüm- hem de kahkahalar ile güldüm. Sonra dedim ki; kendi kendime “Ulan İrfan dua et düştüğün yer, Kılementayn’ın düştüğü nehir değil. Şükret oğlum, şükret. Oku üç kulhü bir Elham. Ölmüşlerine bağışla, üç su çevir başından aşağıya dök, olmadı. Kurşun döktür…” Nasılsa “Şükre”deyiz, şükretmek lazım, şükretmek. Daha fena olabilirdi… Bununla kaldı. Kaldığına şükür, üstüne başına tu, tu, tu tükür… Kırcalar’dan Dereköy’e geçmek kolay oldu, yarı yolda mezarlık başladı zaten. Yolda yürürken mezar taşı okuyarak geçti beş-on dakikam. Dereköy’ün Sapanca taraflarında tepede görünen yerleşim yeri Hacılar Mahallesi. Hacılar deniz seviyesinden 500 metre rakıma sahip yerleşim yeri. Oraya geçemedim, uzak kaldı zaten önümde bir menfez vardı, altından da bir cılız dere akmakta. Aşağıda Akıncı girişinde bahsettikleri “Meçli Deresi” bu olsa gerek. Önce sola sonra şiddetli bir 45 derece kavşakla sağa dönüş ardından karşınıza çıkan tepenin adı “Kiremitçi Tepesi”dir. Ormancı bir dostum var, adı Vedat. Ona sordum o söyledi bu tepenin adını. Deniz seviyesinden yüksekliği 460 metrelerde falanmış. Navi yoktu elimde ölçemedim, olsa da ölçecek mecal yoktu zaten. Şair bir dostum var, Meriç isimli soyadı da Döleneken. O çok yorulunca şöyle der. “mecalim kalmadı…/gülümsemekten öteye /mecalim kalmadı” İşte aynen öyle bir durumla baş başa kalmışım ve gülümsemekten başka mecalim kalmamış. Ya da şu satırlar derdimi anlatmaya yeter sanırım. Mecalim kalmadı gayrı yazmaya / var gerisini sen anla! Bir iki yüz elli metre daha yürüdükten sonra geldiğim yer “Hocalar Mahallesi” idi. Hocalarda 15 ev yok. Ama olcek gibi de değil hani-yani. Tepelerde bayağı bir tepelerde dediğime bakmayın kuş uçuşu 300 metrelerde de bir tepe daha var, onu da Vedat’a sordum onun içinde “Taslakçı Tepesi” dedi. Onun ardındaki yerlere “Kömürcüyolu” denirmiş ki orada bir devirde kömür çıktı rivayeti anlatılırmış, ormancılar arasında. Kömür Madenine kömür için giden iki kardeş varmış, onlar ormanda gidip geldikleri yolu kaybolmamak için ilk zamanlarda kömür taneleri ile donatırmış hava kararmadan dönerler kaldıkları barakaya gelirlermiş. Bu yola ormancılar isim vermişler, “Kömürcüyolu” isminin oradan geldiği söylenirmiş. Var bu hikâye dilden dile dolaşalı bir iki yüz yıl derdi. Devamında da 1073 metre zirvesi ile “Kocatepe bulunur” diye söyledi. Yok, ben Kocatepe’ye kadar gitmedim. Hocalarda kaldım… Köpek sesleri altında akşamın beşine doğru aldım halis Göl Suyumu, patates haşlamama ve de yumurtama azık ederek.

    “Seyreyledim yeşilin her tonunu…”
    Gördünüz mü nasıl bağladım gezi yazısının sonunu…

    Yayınlama: 07.05.2013
    1.603
    A+
    A-
    Bir Yorum Yazın

    Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

    Henüz yorum yapılmamış.