Ahi Naci ile “KARAKOÇ ve GEYVE”

Ahi Naci ile “KARAKOÇ ve GEYVE”

Usta Kalem, TaraklıHaber Köşe Yazarı, Eğitimci Yazar Ahi Naci İşsever, Geyve halkını yakından ilgilendiren yazı yazdı.

Almanya’dan gönderdiği yazıyı siz değerli geyvemedya.com okuyucularına sunuyoruz.

Yıllardır bir büyüğümüzün “şairliği ve şiiri üstüne” uzun uzun konuşmuşluğumuz var onunla. Bu yüzden de “canımız sıkıldığında,” sözkonusu şairi ve şiirini konuşa konuşa, o yorgun ve “meşhur ata” biner, bizi üğütecek değirmen ararız.

Yaşımız çekmese de, henüz attan düşmedik. Geçen hafta bana verdiği kitabı at terli iken geze gezdire okudum.

Okuduğum o kitabı, o şaire ait sandıydım, yanılmışım. Zira aynı kitabın içinde, “iki şairle” karşılaştım. Kitaba gelince:

Az değil tam 682 sayfa. Öylesi bir külliyat ki, eski “divanları” çağrıştırıyor.Takvime saygın bir dizilim içinde olmasına rağmen, gayretimi zorladı.

Hele hele:

Elli yıl aradan sonra, şiirle kendi sevdâlarımın düğümüne vesile olan, “Monna Rosa’ya” rasladım ilk sayfalarında. Sevinmeye kalmadan, hazımsız bir kıskançlığa da kapıldım:

Neden mi?

“Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak” diye, hepimizin bildiği tanıdık bir mısra vardı. .
İşte o mısra-nın:

“Gülce’nin gülleri” diye değiştirilmesi bana dokundu. Siz buna “alınma” deyip
umursamamamı önerseniz de, ben alındım.

Gönül bu ya, bazen unutulup küflenir, bazen de emânette paslanır. Şair “Geyve’den” caydı diye, “bu gocunma neden?” derseniz, aslen Geyveli olduğumu bir kenara bırakarak derim ki,

“O yıllarda benim dünyam Geyve kadardı”. Hatta, Geyve bence dünyanın merkeziydi de! O mısra’yı okuya okuya, kendi dünyamız Geyve’den yelken açar, sahilleri aşınan sıradağ eteklerinde demir atardık. Olsun! Belli ki okyanusların devleri de, sakin koylarda dinleniyor.

Sözkonusu kitap, Şair Sezai KARAKOÇ’un.
Kitabın adı:”Gün Döğmadan”, toplu şiirler.
10.baskı. İstanbul Mayıs 2011

Özenerek okudum:

Belli ki Şair Sezai Karakoç ‘un, bu âlemde ne olacağına -hepimiz gibi- levh-i mahfuzda karar verilmiş. Yani ki o, kudretten kadrolu biri. Yazdıkları -sizi bilemem -, bence, “sanki onun dili ve dediği gibi” olduğunu sandırıyor. Ancak yanılmasak iyi olur derken, ben yanılıyorum. “hayır”, onun dili o kadar da anlaşılır değil” diyorum. Şair sizin ve benim okuyup algıladığımız kişi değil bana sorarsanız. Zannım o ki,  onun yazdıklarına “müdâhil olan” ve “o olmayan” bir “yazdıranı” var. Zaten bütün şairler dikte ederler.

Bağımlıdırlar. Girişte ” bir kitapta İKİ şair” derken, kastım buydu.

Şairlerin çoğunda:
Ya kendi süretine aslı,
ya da aslına gölgesi,
vekâlet verir.

Okuma devam etikçe, okuyucu çocuklaşıyor. Şairi kendi kendinize kafanıza takmak isteseniz de elinizden birşey gelmiyor. Çünkü şair sizden önce davranıp, “o takmış sizi kafasına”. Benim takıntım da, ona -yazdıran-o gölgeyi- tanımak. Durduk yerde kıpırdatan, dürtücü kaçakçı isteği bu!. O nedenle arandım.

Böcül böcül bir çocuğun yeni oyuncaklarını algılarken kullandığı mırıltılarının,
içgüdüsel tanıdıklığı içinde okudum da okudum:

Gene çıkamadım “bu şiirin” içinden. Bunaldım kapamak da istedim.

Çoğumuzun “öbür alem” dediği gezegendeki, mihmandâr dili peşimi bırakmadı. Çok merak ettiğim o âlemdeki “Türkçe” fısıltılarla dolu sayfalar. Anadilimi bile zorladı. Cennette Türkçe anlatım, -haddimi zorlasa da-, neden olmasın? Olmuş bile!

Kendilerini tanıyacağız, tanıyoruz güya? Boşuna heves. Zaten o, konuştuğu Türkçe’yi öbür taraftan süzerek aktarıyor. Mesele şairlik değil bence. Mesele mihmandârlık, mesele tercümanlıktır. Bunu anlayınca ancak Cumhurbaşkanlığımız katından da -kimin- ve neden – imtina etmiş bir kişi olduğu hemen anlaşılıyor.

“Taşınan denk” ve taşıyanın “dengi”, o iklimin mecâzıdır, hatta emsâli…

Velhasıl benim okuduğum bu eserde şair:

Dinlenip nefes aldığı kendi iç alemindeki protokolun peşinde. Ara sıra aramızda göründüğü de hatır içindir. Onun iş yerinde biz, ara istasyonuz. Banliyo.

Nerde nefes alıp verdiğini kestiremediğim şairin, Necip Fazıl üstüne dediklerini okuyunca, azıcık rahatladım. “Bu rahatlamanın” nedenini sormanın ne gereği var? Çünkü O , Necip Fazıl’ı anlatırken, “bizim Türkçeyi” kullanmış. Kendi dünyasını askıya alıp, mahreminde tutarak, Necip Fazıl’ın ardından demiş ki:

“Fanilik arkadadır artık”.
“Dev sulara karşı bir ömür böyle gerilmiş kollar düştü.”
“Ve yüzyılımıza şeref olan şair saati, durdu”.
“İslamın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas gevşedi.”
“Destanın öbür yüzü bundan sonra söylenecek. Evet bir kahraman düştü toprağa”.

“En önde koşan atlının atı kapaklandı ve en birinci suvariyi toprak bağrına bastı. Herkeslerden daha çok seven ana gibi. “

“Ve perde kalktı. Ten maskesi sıyrılarak, ruh potada saf altına kayboldu.”
“Kartal süzülüp gitti, sonsuz göklerde kayboldu. “Bize ne düşer bütün bu manzara karşısında susmaktan başka.”

İkrar edelim ki bu sözler:
Bir şairi “buradan uğurlayan”, tanıdık bir şairin değil de,
onu “öbür âlemde karşılayan” bir görevliye ait.

Daha Türkçesi, şair Sezai KARAKOÇ-un, nerde olduğu belli değil. Belli ki bu karmaşık koordinatlar daha çok su götürür.

Öyleyse hemen şimdi burada – şuurumuzu serinletip- “Sezai Karakoç üstüne” dediklerimizin sadedıne gelmekte yarar var:

Destursuz salındığımız bir bağın gümüş çitlerini atlayıp aşma hevesi, sözü uzatma temayülü, korunan güzele yarsımaktan bizi alakoymasın.

En iyisi mi? Susun!

Ahi Naci…

Yayınlama: 03.02.2012
Düzenleme: 08.02.2012 10:09
1.133
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.